BİR ŞAİRİN DİZELERİYLE İNCELEME
SORGU
Siz, hiç düşlerin peşinden koştunuz mu
Nefret duymadan, içbükey aynaya bakmadan
Kitap dolu bir odaya adım attınız mı hiç
Maskenizin ardına saklanmadan
Siz, hiç suçsuz insanları düşündünüz mü
Yalnızlığın kıyısında bir yüreğin sarsıntısına yakın
Yıkımların kayıplarını hafife almadan
Ölenler kimdir diye tasalandınız mı hiç
Ruhunuzun derinliğinde söyledikleriniz kan ağlatırken
Bir gölgede, “divanesiniz” dediklerinde
Hastalık sinsice yayılırmış
Kesik kesik, izlerini sile sile
Siz hiç düşündünüz mü uykudan uyanıp
Freud’un divanına mahkûm benmişim diye
Hasan Çelikkol / Gri Oksijen Dengesi
İç bükey ayna, Freud’un divanı, peşinden koşulan düşler….
Yani hayaller.
Bunlar Hasan Çelikkol’un ‘Sorgu’ başlıklı şiirinin kodları. Farkında olduklarımız kadar farkında olmadıklarımıza dair bir sorgulama. Sırtımızı döndüğümüz ve sorgu cellatlarına terk ettiğimiz hayatlara karşı en azından sorgu cellatları kadar sorumluluk taşıdığımızı görmezden gelelim diye yüzümüzü döndüğümüz iç bükey aynalarımızda artık kendimizi tanıyamayacak kadar çarpıtılmış imgelerimize bakarak rahatlamaya çalıştığımız bir dünya tasarımını önümüze koyuyor Şair. En azından çoğumuzun bu iç bükey aynaların içine düşünmeden daldığımız imasını yaptığı bir sır değil. Şairin bu yüzleşme daveti azı ve çoğuyla hepimize.
Şair bizzat sorgu cellatlarına mı bu çağrıyı yapıyor, yoksa sorgu cellatlarının dilsiz şeytanlığına ortak olmayı kabul eden çoğunluk bize mi, bu çok açık değil. Ne var ki, kurumuş, çatlamış, yarıkları arasında akreplerin devriye gezdiği cansız bir toprak kadar kurumuş bir vicdanın hamallığını yapan sorgucunun bu davete olumlu cevap vereceğini hiç sanmıyorum. Zombileşmiş vicdanların geriye dönüşleri yoktur. Eğer bir mucize olacaksa, bu mucizeyi ancak kutsal kitaplar kendinde barındırabilir. Ama buradaki paradoksu da insanoğlu kolay kolay çözemez. Tanrıyı en çok anlamayacağı yer burası olacaktır insanın. O halde vicdansızla ortaklığı giren dilsiz şeytan çoğunluğa olmalı Şairin bu daveti. Dolayıyla bizim işimiz bu güruhla olmalı o vakit.
Şairin dizelerde her sorduğu soru aslında bir davet. Ayrı ayrı yaptığı birer çağrı. Hümanizmle dolu. “Siz hiç düşlerinizin peşinden koştunuz mu?” diye soruyor Şair. “Kitap dolu bir odaya adım attınız mı”, “Siz, hiç suçsuz insanları düşündünüz mü”, “Ölenler kimdir diye tasalandınız mı” diye sürdürüyor. Oysa iç bükey aynalara bakmaya alışmış, kendi imgesinin içine düşmüş bir çift göz hayal kuramaz artık; aynada gördüğü çarpıtılmış imgesini derisinin altında maske gibi giyip gündüz dolaşan o insan gündüz düşleri göremez artık, ki onlar düşlerin en güzelleridir. Shakespeare’in Hamlet’e dedirttiği gibi: “Önce hayaller ölür, sonra insan.”
O halde, eğer yeniden dirilişi yapan bir şey varsa, o da hayaller olmalıdır; tekrar düşler görmeye başlamak tek çaredir. Size bir sır vereyim: Gözler inatçı keçiden farksızdır. Hep daha önce gördüğü gibi görmek için bakar. O gözleri başka bir yere döndürmek çoğu zaman olanak dışıdır. Bir tek şey bunu başarabilir: Gözden daha etkili olan duyu organı: işitme organımız. Kulaklar. Kalp gözün gördüğünün aksine, kulağın sözünü dinler. Kalp işitir; görmez. Sadece duyar. Şair bilinç dışı da olsa, sezgisel biçimde de olsa, bu son çareye güvenmektedir. Her sorduğu soru bir ses olarak karşı taraf ulaşmaktadır. Her sorunun yüklü olduğu enerji oldukça yüksek bir tınıda hedef aldığı kalplerin tellerini titreştirmektedir. Kalbin aynaya bakmaya ihtiyacı yoktur.
Ne var ki, Şairin sorularına eşlik eden bu temkinli iyimserliği son dizelerde yerini bir karamsarlığa bırakıyor gibidir. Şair bir Doğa gerçeği olarak hastalık fenomenini kabul eder ve insanı bir ideal olarak görmeyi terk eder; aralarında hastalarının da, defolu olanlarının da sağlamlarla aynı türde temsil edildiği bir Doğa ürünü ile karşı karşıya olduğunu kabul etme noktasına varır. Belli bir miktarda hasarı kabul edecektir. Şairin dizeleri kutsal kitaplarda vaad edilen, yahut kendisiyle korkutulan ölümden sonraki hayatı uzak bir metafor olarak kullanan bir benzetmeyle sona erer. Şair burada bu benzetmede kamufle edilmiş peygamber türü bir kehanetle intikam almak ister gibidir. İntikam değilse bile en azından ödeşmek arzusunda olduğu bellidir. Şair artık her türlü defosuyla beraber kabul ettiği bu Doğa ürününe Doğa ötesinden seslenmekte ve onu Freud’un sorgu masasına yatırmaktadır. Freud’un divanına mahkûm ederek.
Siz hiç düşündünüz mü uykudan uyanıp
Freud’un divanına mahkûm benmişim diye
Kutsal kitapta bahsedilen öteki dünya veya hayatına Freud’unkinde denk gelen bilinç dışı alan ve bilinç dışının kendine özgü yaşamıdır. Şair demek ya da ima etmek ister ki, “Bilinç dışı hepimizin gömüleceği ortak mezarlığımızdır.” Bilincin hükmettiği dünyada kendilerini yeterince sorgulamayanlar, bilinç dışının hükmettiği “Freud’un divanında” sorguya çekileceklerdir. Burada Şair vaazcının korkutma rolünü üstlenmiş görünse de, şiirde ironik olarak geriye kalan, sorgucunun değişmeyen konumudur: Sorgu cellatlarını ve onların dilsiz ortaklarını sorgulamak üzere onları bilinç dışında elinde asasıyla bekleyen başka bir sorgu celladı vardır. Sigmund Freud.